Ünlü Tarihçi Fernand Braudel, toplumsal olay ve olguların, tarihsel süreçlere odaklanan toplumsal süreç bilgisi üzerinden okunmasının yararlı olacağını söyler. Ve bu mantık üzerinden Akdeniz toplumlarının tarihsel gelişim sürecini tartışır. Bu tartışma daha sonra, “Bağımlık sistemi -Dünya sistemi-Küresel sistem” gibi birbirini tetikleyen ayrı ayrı kuramların oluşmasına referans olur. Böylece soysal bilimlerde, “tarihsellik üzerinden okuma”, “tarihsel materyalist okumaya” arkadaşlık etmeye başlar.
1980 sonrası ülkede değişen ekonomik model-yapı ve buna dair neo-liberal ideolojik çerçevenin, tüm ekonomik sektörler gibi tarım sektörünü de değiştirmesi kaçınılmaz idi.
Tarımın sadece teknik organizasyon tarafına odaklanan bizler (en azından kendi adıma), bu değişimin “tarım özelindeki” kısmının, çok da farkına varamadık.
Yani başlangıçta, tarihsel okumayı beceremedik.
Tarımdaki destekleme politikalarının değişmesi, politikaların ‘flu’laşmaya başlaması, siyasal popülarizmde bir başkalaşım yaşanması, özelleştirmelerin yapılması, devlet bez üretir mi gibi kulağa hoş gelen ideolojik dolgular yapılması, “yaklaşan meteorun ayak sesleriymiş” meğer!
Biz tarımcılar, yaklaşan meteorun boyutları ve etkisi hakkında hazırlıksız yakalanınca, bir süre siyasal söylemleri sadece kendi ideolojik görüşlerimiz noktasında değerlendirmeye çalıştık.
2001 DERVİŞ yasalarının, DTÖ ve IMF direktiflerinin, siyasal yapının tüm süreçlerinin bizi hızla “küresel” düzleme taşımaya başlaması; her nedense (çoklukla) zarar eden KİT’lerin tarımsal üretime dayalı olması; tarımla uğraşanların aşırı bir şekilde kent özentili tüketim politikalarına yönlendirilerek kırsalı terk etmesi; tarımsal üretimin miktar olarak değilse bile kullanılan kaynaklar olarak (özellikle arazi, toprak, üretim şekli) sürekli azalması; okul, sağlık kurumu, kütüphane, ulaştırma, kanalizasyon, alt yapı gibi kamucu politikaların terk edilmesi gibi birçok faktör, aslında, “gelen ve gelecek olanın”, “uluslararası bir ideolojik çerçevesi olduğunu” bize açık bir şekilde anlatıyordu.
Bariz olan şu idi ki; tarım ve gıda sektörümüz, açık ve net bir küresel ideolojinin baskısı altına alınmıştı ve gittikçe o baskının düşünsel çerçevesi tarafından eritiliyordu.
Yine açık, bariz olan bir şey vardı: Ya bu durumu okuyamıyorduk, ya da okumamıza fırsat verilmiyordu.
‘Belki de okumak istemiyorduk’ diyenleriniz de olabilir.
İşte bütün bu süreçlerde bize lazım olanın, “karşılılık” (karşılıklılık değil) politikası olduğunu2005’den beri dile getiriyorum.
Elbette ki; çok güçlü, çok boyutlu ve hatta karşı konulmaz olarak yorumlanan; temel çalışma sahası “ulus devletler” üzerine kurulu olan; ekonomik imgesi “küreselleşme”, ideolojik imgesi ise “neo-liberalizm” olan uluslararası bu akıma, “karşılılık” oluşturup, bloke edecek politika ve stratejiler izlemek gerekiyor.
Politika oluşturmak ya da bir politikayı bloke etmek için “strateji” gerekiyor ise ostratejiyi ete kemiğe büründürmek için de bir “planınızın/planlamanızın” olması gerekiyor.
İşte ben bu ikiliye uzun zamandır, “ÇIKIN” diyorum.
Milli Tarım, Ulusal Tarım ya da başka bir şey demiyorum.
Tarlada ya da mera’da aç kalmamak için, “çıkınınız” dolu olmalıdır diyorum.
Çıkınınız boş ise doymazsınız diyorum.