Orta Doğu’da her sıcak gelişme, bölgesel düzenin kartlarını yeniden karıyor. Son günlerde İran ile İsrail arasında yaşanan doğrudan ve vekil güçler üzerinden yürütülen çatışmalar, bölgeyi bir savaşın eşiğine sürükledi. Bu gerginliğin geniş çaplı bir savaşa evrilme ihtimali, başta Türkiye olmak üzere tüm bölgesel aktörleri yeni bir denge arayışına zorluyor.
Ankara için bu kriz sadece güvenlik riski değil; aynı zamanda stratejik bir yeniden konumlanma fırsatı da olabilir.
Türkiye, uzun zamandır hem Doğu-Batı hem de Kuzey-Güney hatları arasında bir enerji, lojistik ve güvenlik kavşağı olarak kendini konumlandırmaya çalışıyor. İran-İsrail çatışması, özellikle Körfez ve Levant hattında yaşanacak istikrarsızlık nedeniyle Türkiye’yi daha merkezi ve vazgeçilmez bir aktör haline getirebilir. Bu süreçte Ankara, arabuluculuk kapasitesini kullanarak kendini “diplomatik merkez” olarak da konumlandırabilir.
İran’la ilişkileri Batı’dan farklı düzlemde yürütebilen nadir NATO ülkesi olan Türkiye, bu özgün konumunu enerji güvenliği bağlamında avantaja çevirebilir. Hürmüz Boğazı’ndaki potansiyel tehditler, Avrupa’nın enerji tedarikini çeşitlendirme arayışını hızlandırabilir. TANAP ve gelecekteki doğalgaz projeleri, Türkiye’yi hem enerji geçiş noktası hem de enerji diplomasisinin aktörü haline getirebilir.
Aynı zamanda Süveyş ve Kızıldeniz hattında yaşanacak lojistik kırılmalar, Türkiye’nin demiryolu, kara yolu ve liman altyapısını ön plana çıkarabilir. Orta Koridor Projesi (Çin-Orta Asya-Türkiye-Avrupa hattı) bu bağlamda daha fazla ilgi görebilir.
Bölgesel çatışmalar, sadece siyasi sınırları değil, aynı zamanda savunma ilişkilerini de yeniden tanımlar. Türkiye’nin kendi savunma sanayiinde geldiği nokta, onu sadece bir tüketici değil aynı zamanda tedarikçi yapmıştır. İran-İsrail savaşı olasılığı, Körfez ülkelerinin savunma ihtiyaçlarını artırabilir. Türkiye, NATO içinde yer almasına rağmen Batı dışı pazarlarla da çalışabilme esnekliğine sahip. Bu özellik, bölgesel güvenlik işbirliklerinin çeşitlenmesine imkân sağlayabilir.
İran ile kültürel, tarihi ve ticari bağlarını sürdüren; İsrail’le ise son dönemde diplomatik normalleşme adımları atan Türkiye, bu kriz ortamında istisnai bir denge sağlayabilir. Arabuluculuk kapasitesini artırmak, Türkiye’nin küresel diplomatik pozisyonunu güçlendirebilir. Bu süreçte Ankara’nın izleyeceği tarafsız ama aktif politika, onu sadece bölgesel değil küresel düzeyde bir oyun kurucu haline getirebilir.
Bu kriz ortamı, Türkiye’nin NATO ve ABD ile olan ilişkilerinde elini güçlendirebilir. Özellikle savunma sanayiinde yaşanan ambargolar, F-16 tedariki, AB ile Gümrük Birliği güncellemesi gibi başlıklarda Türkiye’nin stratejik konumu yeniden değer kazanabilir. Türkiye’nin “vazgeçilmezliği” algısı, krizlerin tetiklediği jeopolitik değişimle daha görünür hale gelir.
Türkiye, İran-İsrail eksenli bir savaşta ne doğrudan taraf olabilir ne de tamamen etkisiz kalabilir. Bu gibi çatışmalar, orta büyüklükteki güçler için risk kadar fırsat da taşır. Ankara için mesele, bu dengeyi rasyonel bir dış politika ile yönetmektir.
Diplomatik ataklarla, enerji stratejileriyle ve savunma sanayi kapasitesiyle Türkiye, bu krizi bölgesel pozisyonunu tahkim etmek için bir kaldıraç olarak kullanabilir. Elbette, insani maliyetleri görmezden gelmeden ama devlet aklıyla hareket ederek.
SAYGI ve SEVGİ İLE.