Dünya haritasına bakıldığı zaman en büyük kıta olarak Asya’nın öne çıktığı görülmektedir. Dünyanın ana karası da denilen bu büyük coğrafyanın 45 milyon kilometre karelik alanı ile yeryüzü karalarının üçte birini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Dünya haritası açıldığında yerkürenin doğu bölgesinde yer alan bu büyük kıta, ilk insanın tarih sahnesinde görülmesinden sonraki bütün devirlerde en önemli bölge olarak önde gelen rollere sahip olmuştur. Sarı ırmağın kenarlarında ilk insan topluluğunun bir uygarlık düzeyine ulaşmasından sonra, Asya uygarlığın beşiği olmuş kıtanın doğusunda başlayan medeniyetler zinciri İndus ırmağının kenarlarında bir ara dönem geçirdikten sonra Mezopotamya’ya ulaşmıştır. Bugünkü çağdaş uygarlığın temeli olan batı tipi yaşam tarzının göçebelikten yerleşik düzene geçen insanoğlunun Mezopotamya’da ortaya koymuş olduğu yerleşik düzen sayesinde geçerlilik kazandığı anlaşılmaktadır. Tarih Sümer’de başlar diyen batılı tarihçiler, Mezopotamya uygarlığını çağdaş uygarlığın çıkış noktası olarak kabul ederler ama, her nedense bunun arkasında varolan Asya uygarlıklarının getirmiş olduğu önemli katkıları bir batı fanatizmi içinde görmezden gelmektedirler. Çin ve Hint uygarlıkları, Türk uygarlıkları ile beraber, bugünkü dünya uygarlığının çıkış noktaları olmuş ve bütün bu gelişmeler Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde birbirini izleyerek tarih içinde yerini almıştır.
Asya kıtası genel olarak değerlendirilirken, tarihi ile beraber coğrafyasının da dikkate alınması, kıtasal oluşumların açıklanması açısından önem taşımaktadır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu kıtada çeşitli insan toplulukları öne çıkmış, bunların arasındaki çekişmeler bazen savaşları beraberinde getirmiş, bazen de bunun tamamen tersi bir çizgide yeni oluşan güç merkezleri bölge üzerinden kıtaya egemen olarak, belirli bir dönem barış ortamını kıtanın genelinde geçerli kılabilmiştir. B gün batı dünyasının en büyük gücü olarak Atlantik emperyalizmi, çağdaş medeniyetin beşiği olan Mezopotamya’ya gelerek bu merkezi alanı işgal etmiş, şimdi de burayı üs yaparak bütün Asya kıtasına doğru bir hegemonya savaşını başlatmaya çabalamaktadır. İnsanlık tarihinin oluşturduğu bütün birikimleri batı blokunun dünya egemenliği için kullanmayı bir misyon olarak benimseyen Atlantik emperyalizmi, İsrail Siyonizmi ile el ele vererek, dünyanın en büyük kıtası olan Asya’yı fethetmek için yola çıkmışlardır. Yirminci yüzyılın başlarında iki büyük cihan savaşı sonrasında oluşturulan soğuk savaş koşullarında Sovyetler Birliği bir Asya gücü olarak, batılılara karşı bir kutup oluşturuyor ve böylece eski dünyayı yeni dünyanın saldırganlığına karşı koruyordu. Ne var ki, bir gece ansızın Rusya Federasyonu bu sosyalist düzenden vazgeçince, dünya batı merkezli kapitalist emperyalizmin her türlü saldırısına karşı açık bir duruma gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı üzerine merkezi coğrafyaya gelen batı emperyalizmi, bu kez Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine, Orta Doğu üzerinden bütün doğu bölgelerini istilaya kalkışmakta ve bu kıtada var olan bütün büyük devletleri hedef alarak, dünya tarihinin en büyük kuşatmasına doğru hazırlanmaktadır. Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Endonezya gibi her biri kendi başına kıtasal büyüklüklere sahip olan bu Asya devletlerinin tamamı büyük bir batı kuşatmasına hedef olurlarken ya kendi içlerindeki sorunlarla ya da komşu ülkelerdeki sıcak gelişmeler ile uğraşmaya öncelik vermektedirler. Dünyayı yüzlerce yıl yönetmiş olan batı emperyalizmi bu durumdan yararlanarak Asya kıtasının her bölgesinden, kıtanın ortalarına doğru giriş yapmakta, Asya’nın batısından olduğu kadar doğusundan da bu eski dünya bölgesini tümüyle ele geçirerek kendi hegemonyası altına almaya çalışmaktadır. Yerküreyi tek bir dünya devletine çevirme projesi, batının doğuya yönelik yeni saldırısını çok yönlü bir Asya kuşatması olarak gündeme getirmektedir.
Asya’nın bugünkü haritasına bakıldığı zaman, bu büyük kıtanın dört bir yanında birbirinden büyük dev ülkelerin yer aldıkları görülmekte ve batılıların başlatmış oldukları Asya kuşatmasının, bu yüzden pek de beklendiği gibi sonuç vermeyeceği açıkça ortaya çıkmaktadır. Yirminci yüzyıl boyunca doğu bloku olan Sovyetler Birliğine patronluk yapmış olan Rusya Federasyonu bugün bile dünyanın en geniş ülkesi olarak karaların altıda birini işgal etmektedir. Keza Çin ya da Hindistan veya dünyayı beş asır yönetmiş olan Avrupa kıtasından büyük alanları kapsamaktadırlar. İran, Pakistan ve Endonezya gibi büyük ülkeler ise yeryüzü haritasındaki bütün büyük devletler ile mücadele edebilecek büyüklüğe sahip bulundukları için sadece Asya kıtasındaki değil ama dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmelerde de etkili siyasal güçler olarak yer alabilmektedirler. Böylesine geniş bir kara kıtasının etrafında çeşitli ada devletleri yer almış ve bölge coğrafyasında özel önemlere sahip olabilmişlerdir. En büyük adalar devleti olan Endonezya Hindistan ve Çin arasında kalan alanda etkili güç olarak öne çıkarken, Japonya, Filipinler ve Malezya da diğer ada devletleri olarak tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. Batı sömürgeciliği beş yüzyıl önce Avrupa merkezli olarak başladığı zaman Asya’nın hemen hemen her bölgesi sömürgeciliğin kölesi olmuş ve yüzyıllarca batılıların hegemonyaları altında ezilmişlerdir. Asya tarihi özellikle son yüzyıllarda dünya sömürgecilik tarihinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Etrafı ada devletleri ile çevrili olması da Asya kıtasını batılılar açısından cazip kılmış, dünya denizlerine egemen olmak isteyen Atlantik güçleri, bu ada devletlerini fethederek kıtaya buralardan girmişlerdir.
Asya tarihinin sömürgecilik tarihi açısından en ilginç ülkesi olan Japonya hem batı sömürgeciliğine karşı direnmiş hem de kendi sömürgeciliğini karşı kıyıdaki komşu Asya ülkeleri üzerinde denemiştir. İngiltere’nin kendi güvenliği için Hollanda’yı Almanya’dan, Belçika’yı Fransa’dan kopardığı gibi, Japonya’da Kore’yi ve Mançurya’yı Çin’den kopararak kendi güvenliğini bu büyük devlete karşı sağlamaya çalışmıştır. İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar ve Portekizliler Asya’nın adalarını ele geçirdikten sonra kıtanın içlerine girerek dünyanın en büyük kıtasını batılılar olarak kuşatmaya çalışırken, Asya’nın en doğusunda Pasifik okyanusu üzerinde yer alan bir ada devleti olarak Japonya bu duruma karşı çıkarak, batılılar ile sürekli olarak çatışmış ve teslim olmayarak, kendisinin merkezinde yer aldığı bir Doğu Asya büyük devleti oluşturmağa çaba göstermiştir. Batı devletlerinin sömürgeci saldırılarının başladığı on altıncı yüzyılda korunmak için içe dönük bir yaşam düzenine yönelen Japonya, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu tavrını sürdürmüş ve I858 yılı itibarıyla dışa açılarak, karşı kıyıları ele geçirme üzerinden Doğu Asya sömürgeciliğine başlayarak, bu bölgelere batılı devletlerin gelmesini önlemeye çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun dış dünyaya açıldığı dönemde aynı tutumu izleyen Japonlar, batılı devletlerin Asya kıtasını ele geçirmelerine karşı güçlü bir mücadeleye girişmiş ve bu doğrultuda kıtanın doğu kıyılarını ele geçirerek, Doğu Asya’da bir batı sömürgeciliğinin kendisini tehdit etmesini önlemek üzere kendi sömürgeciliğini kıtanın doğu bölgelerinde yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Asya’nın tamamını ele geçirmek mümkün olamayacağına göre, kıtanın doğusunu ele geçirme ile yetinen Japon devleti kendisini imparatorluk ilan ederek, batılı emperyal güçler ile bire bir mücadele etmeye kalkışmıştır İngilizler bütün Hindistan’ı, Pakistan’ı ve Malezya’yı sömürgeleştirirken, Çin gibi kıtasal bir ülkeyi afyon kaçakçılarını kullanarak afyon ticareti ile uyuşturarak uyutmuş, kıtanın ortalarına doğru yöneldiği aşamada karşısından Rusya imparatorluğunu bulmuştur. Rusya’nın kuzeydeki gücü Asya’yı batılılara karşı korurken, Japonya’da kıtanın doğusu üzerinden geliştirdiği hegemonya düzeni ile batılıların kıtayı ele geçirmelerini önlemeye çalışmıştır.
Batılı ülkeler bütün dünya kıtalarını ele geçirirken yaptıkları gibi önce Hıristiyan misyonerleri Asya’nın her bölgesine göndermişler ve bunların etkinlikleri sayesinde Hıristiyanlaştırdıkları Asyalıları işbirlikçi elemanlar olarak işgal ve sömürge eylemlerinde kullanmışlardır. Asya tarihinin derinliklerinden gelen mistik dinler, Doğu Asya ülkelerinde fazlasıyla yaygınlık kazandığı için batılı ülkeler kendi dinlerini bu bölgelere sokmakta zorlanmışlar. Sömürgeciler Pasifik okyanusu üzerinden sarı denize gelerek Japonların karşısına çıkarken, Hristiyan misyonerler de metafizik Asya dinlerinin geçerli olduğu ülkelerde batı kuşatmacılığının öncülüğüne soyunmuşlardır. Avrupalı ülkelerin saldırıları karşısında içine kapanan Japonya sonraki dönemde dışa açılma aşamasına geldiği zaman, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarasında denizlere açılmış yeni bir batılı güç olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni karşısında bulmuştur. Amerikalılar önce kendi içlerinde eyaletleri bir araya getirerek birliklerini sağlamışlar, daha sonraki aşamada Amerika’yı Avrupalı sömürgecilerden temizleyebilmek üzere harekete geçmişler ve bu doğrultuda okyanuslara egemen olmaya çalışırken, Pasifik okyanusu üzerinden Sarı denize kadar ulaşmışlardır. Amerikalılar ile karşılaşmak Japonya tarihinde bir dönüm noktası olmuş, Japonlar bir Asyalı sömürge imparatorluğu olarak düzenlerini geliştirirken, Amerikalılar ile karşı karşıya gelmişlerdir. Osmanlılar İngiltere ile karşılaşarak Tanzimat ve Islahat reformlarına yönelirken, Japonlar’da dış dünyaya açılma yolunda Meiji reformları ile karşılaşmışlardır. Japonlar, bu reformlar ile geleneksel toplum yapısından modern bir sosyal düzene yönelmişler, devleti yenilerken imparatora bağlı güçlü bir ordu oluşturarak batılı emperyal devletler ile benzer bir siyasal güç haline gelmişlerdir. Bir anlamda batılılaşmanın içine giren Japonya tıpkı batı gibi bir modern devlet haline gelerek Asya kıtasında öne çıkmıştır.
Japonlar, Amerika ile beraber modernleşerek güçlü bir devlet haline gelince, geleceğin dünya imparatorluğuna o dönemde hazırlanan Amerika Birleşik Devletleri Japonları önce Çin’in daha sonra da Rusya’nın üzerine sürmüş, kendisi savaşacağına Japonya’yı bir Asya devleti olarak bu kıtanın en büyük iki devleti ile savaşa zorlamıştır. Japon toplumunun dışa açılarak yenilenmesi ile devlet ve ordunun güçlenmesinde yardımcı olan Amerikalılar daha sonra kendi yarattıkları bir modern askeri devlet olarak Japonya’yı Rusya ve Çin’in güçlerinin kırılmasında kullanmışlardır. Ordusu yenilenen Japonya hemen Çin’e saldırarak karşı kıyıları bu büyük devletin elinden kurtarmaya çalışmıştır. Sanayi alanında da reformlarla yenilenen Japonya, giderek artan üretimi ile bir emperyal devlet haline gelmiş ve ürettiklerini dışarıya pazarlamak için, Asya kıtasının belirli bölgelerini işgal ederek kendisi için pazar haline getirmeye çalışmıştır. Bu dönemde Japonya, Kore yarımadasını işgal ederek karşı kıyıda kendi güvenliğini Çin’e karşı sağlayacak bir Kore devletinin kurulmasını sağlamıştır. Kore devletinin kuruluşunu sağlayan Japonya daha sonraki aşamada bu devletin kuruluşunu zorla Çin devletine de kabul ettirmiştir. Doğu Asya’nın güney bölgesinde Çin’in hakkından gelen Japonya, Kore devletinin kuruluşundan sonra kıtanın kuzey bölgesine yönelerek Rusya ile karşı karşıya gelmiştir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında yapılan Rusya-Japonya savaşı Doğu Asya emperyalistinin galibiyeti ile bitmiştir. İki yıl süren bu savaşın sonucu dünya tarihinin yönlenmesinde çok önemli etkiler yaratmış, bir kuzey gücü olarak Rus Çarlığı batılı ülkeler ile dünyanın merkezi coğrafyasında karşı karşıya gelince, Japonlar Rusları arkadan vurarak devre dışı bırakmışlardır. Rus Çarlığının çöküşünde ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde Rusya’nın batılı ülkeler ile sürdürdüğü rekabeti gücünü ve şansını kaybetmesi üzerine ilk cihan savaşını Atlantikçiler kazanmıştır. Ruslar Trans-Sibirya demiryolu ile Asya’nın doğusuna girmeye çaba gösterirken, Japonya’nın modern ordusu Rus topraklarına girerek Çarlık düzenini yıkmışlardır. Japonya gibi küçük bir devletin Rusya gibi bir dev ile savaşmasının arkasında ciddi bir Amerikan desteği olmuştur. Amerikalılar güçlendirdikleri Japonya’yı Asya devlerinin gücünü kırmak üzere piyon olarak araziye sürmüşlerdir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın İngiltere, Fransa ve Almanya gibi üç dev ülkesi, dünyanın çeşitli bölgelerini paylaşmak ve daha fazla pay alabilmek üzere ciddi bir yarışa girince karşılarında Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya inmeğe çalışan bir Asya devi olarak Rusya’yı görüyorlardı. Modernleşen Japonya ABD desteği ile bir Doğu Asya gücü haline gelirken aynı zamanda Kuzey Asya gücü olan Rusya’nın tasfiye edilmesinde savaşın karşı tarafı olarak kullanılıyordu. Japon gücü bu derece artarken, batılıların Asya kıtasına dönük manevralarında bu ada devletini bir uzak partner durumuna getiriyordu. Bir ada ülkesi olarak Asya’nın karalarından uzakta tutulan Japon devleti, bu kıtanın büyük devletlerine esir olmak istemiyor ve küçüklüğüne rağmen, modernleşen devlet ve toplum yapısı ile hem Asya kıtası üzerinde söz sahibi olmak istiyor hem de bu kıtadaki etkinleri aracılığı ile dünya kamuoyunda belirleyici bir siyasal güç olarak öne çıkmaya çalışıyordu. Koskoca Asya kıtasının Rusya, Çin ve Hindistan gibi dev ülkeler ile kaplı olması yüzünden kıtanın içlerine doğru dürüst giremeyen Japonya geleneksel Asya dinlerinin kapladığı geniş arazilerdeki nüfus yoğunluğunu dengelemek üzere kıtanın batısındaki Müslüman topluluklara yöneliyordu. Üç büyük Asya devine teslim olmak istemeyen Japonya, Çin ve Rusya savaşlarını kazanarak kendisine güven duyma noktasına geldiğinde, yeni bir emperyal doktrin olarak Panasyacılığı bir anlamda Büyük Asyacılık biçiminde öne sürüyordu. Bu görüşe göre, batılı emperyal devletlerin Asya kıtasını ele geçirmelerini önleyebilmek için bütün Asya ülkelerinin bir araya gelerek Japonya’nın önderliğinde birleşmeleri gerekiyordu. Böylece, Japonya gibi bir küçük devlet sahip olduğu güçlü ordusu ve donanmasıyla Asya birliğinin patronu olacak, batılı emperyalistler ile Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerin Asya’da egemen olmalarını önleyebilecek bir kıtasal oluşum gerçekleşmiş olacaktı.
Japonya, Rusya ve Çin ile savaşa girerken Osmanlı İmparatorluğu ile yakın ilişkilere giriyor, İslam dünyasının patronu konumundaki Osmanlı padişahı ya da halifesi ile antlaşmalar imzalama aşamasına geliyordu. Merkezi coğrafyada İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi dört büyük ülke ile sürekli çekişme noktasında olan Abdülhamit Ertuğrul Fırkateyni isimli bir gemiyi donanma mensupları ile Japonya’ya gönderiyordu ama bu gemi Sarı denize girerek azgın sularda batıyor ve bu nedenle Abdülhamit’in denge sağlama politikası yatıyordu. Osmanlılar merkezi coğrafyada ayakta kalmaya çalışırlarken Japonya ile temasa geçmeleri dünya dengelerinin gerektirdiği bir girişimdi. Osmanlılar da tıpkı Japonlar gibi batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı tek kalmamak ve diğer ülkeler ile yakın ilişkiler kurarak yeni dengeler yaratmaya çalışıyorlardı. Asya’nın doğusundaki Japonya ile batısındaki Osmanlı Devleti koskoca kıtayı aşarak bir araya gelmek ve ortak bir tavır koyma gereğini fazlasıyla hissediyorlar, Asya topraklarında karşı karşıya geldikleri Rusya gibi bir dev ülkeyi iş birliği içinde arkadan vurarak yarıştan uzaklaşmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Japonların Rus savaşını kazanmasıyla Çarlık rejimi çöküyor ve Osmanlı devleti ile beraber batılı ülkeler de ciddi bir tehditten kurtuldukları için rahatlıyorlardı. Şintoizmi din olarak seçen Japonlar, Taoist Çinliler ile Budist Hintlilere karşı Müslümanlar ile yakınlaşmayı ve iş birliği yapmayı tercih ediyorlardı. Asya’nın doğusundaki Japonya, kıtanın batı bölgelerinde yer alan büyük bir Müslüman nüfus olduğunu görüyor ve bunlarla kıtadaki rakiplerine karşı ciddi bir iş birliği geliştirmek istiyordu. Japon İmparatoru ile Abdülhamit arasında başlayan sıcak ilişkiler gelişme aşamasına gelince, Ertuğrul gemisinin batılı emperyalistler tarafından batırılışı yaşanıyor ve bu üzücü olay üzerine Asya’nın doğusundaki ve batısındaki ülkelerin bir araya gelerek ortak bir tutum belirleme girişimleri geride kalıyordu. Osmanlı imparatorluğunu yıkarak merkezi alanı ele geçiren batılı ülkeler eski Osmanlı topraklarından hareket ederek, Asya kıtasının içlerine doğru saldırıya geçmeye çalışıyorlar ama Balkanlar ve Orta Doğu bölgelerindeki savaşların çok büyük kayıplara meydan olması yüzünden, kıtanın iç bölgelerine tam olarak giremiyorlardı. Orta Doğu’da başlayan sıcak çatışmalar, bu yüzden Orta Asya’ya doğru genişletilemiyordu.
Panasyacılık bir anlamda, Panslavcılık, Panislamcılık, Pantürkçülük, Panturancılık gibi birleştirici siyasal akımın adı oluyordu. Birinci dünya savaşı öncesinde Rusya Panslavcılık, Almanya Panislamcılık, Macaristan Panturancılık, gibi akımların öncüsü oluyorken , bölgeden gelen Türkçü birikim, Osmanlı imparatorluğunu da biraz da İngiltere’nin etkisiyle Pantürkçülüğe yönlendiriyordu. Tam bu aşamada hem ayakta kalabilmek hem de diğer emperyalistlere karşı Asya kıtası üzerindeki etki alanını genişletmek isteyen Japonya, Panasyacılık akımını öne çıkararak yaymaya çaba göstermiştir. Diğer pancılık akımları batı üzerinden Avrupa kaynaklı olarak gündeme getirilirken, son derece sınırlı koşullarda hareket eden Japonya etki alanını genişletebilmek üzere Büyük Asyacılık anlamında Panasyacılığı yeni bir akım olarak dünya kamuoyuna sunuyordu. Japonya kendi öncülüğünde Asya ülkeleri arasında sıkı bir birliğin kurulmasını isterken, batılı emperyal devletler ile Asya’nın üç büyük kıta devletinin dışında kalan devletleri birleşerek kendini koruma eylemine davet ediyordu. Özellikle Orta Asya bölgesinin boş olması ve bu çok büyük alanının yakın gelecekte Rusya,Çin ve Hindistan gibi büyük ülkelerin eline geçmesi, ya ABD veya İngiltere gibi emperyal devletlerin bu alanlara el koyabilmesi durumunda ise bütün Asya ülkeleri sömürge durumuna düşeceği için, tüm Asya ülkelerinin sömürge olmamak üzere böylesine bir organizasyonu beraberlerinde getirmeleri gerekiyordu. Asya ülkelerini yabancı ve yerli emperyal devletlerin saldırı ve işgallerine karşı koruyacak bir büyük Asya Birliği eski sömürgeci Japonların aklına geliyordu. Japonlar Panasyacılığı bir yeni siyasal akım olarak destekliyor ve bu doğrultuda Asya devletlerini bir araya getirecek adımlar atıyorlardı.
Japonların Panasyacılığı Orta Asya ve Ön Asya bölgelerinde çok kalabalık Müslüman nüfuslar ayrı devletlerin çatısı altında yaşamlarını sürdürebildikleri için, zamanla İslam dünyasını birleştirmeye yönelmiştir. Japonlar, Panasyacılık yaparak diğer pancılık akımlarının önünü kesmeğe çalışmışlar ve diğer pancılık akımlarını iyi kullanan Almanya, Rusya ve diğer emperyal devletlerin Orta Asya’da önlerini kesebilmek üzere tüm Asya ülkelerinin birlikteliğini ve birleşmelerini savunmuştur. Dünyanın en büyük kıtasındaki devletlerin bir araya gelmeleri ve bir Büyük Asya Birliği çatısı altında dünya önüne çıkmalarıyla gerçekleşecek olan Panasyacılık, beraberinde yeni bir barış düzeni getireceği için yeni cihan savaşlarını önleyerek insanlığa barış içinde mutlu bir gelecek kazandıracaktır. Hıristiyan dünyasının tüm dünyaya yayılan misyonerliğinin kucağına düşen Asya ülkelerinin kurtulabilmesi, ancak böylesine büyük bir Asya birliği ile mümkün olabilecektir. Ayrıca, Osmanlı Devleti ile yapılacak iş birliği de böylesine bir kıtasal birliği güçlendirerek hem batılı emperyalistlerin hem de dev Asya ülkelerinin hegemonyalarının kırılmasını sağlayabilecektir. Japonya’nın İslam dini ile karşılaşması çok ileri bir aşamada gündeme gelmiş ve geleneksel Şintoizm dinini, Taoizm ve Budizm dinleri ile beraber elde eden Japonlar Orta Doğu’daki İslam yayılmasından çok uzak kalmışlardır. Batılı sömürgecilerin deniz yolu ile Asya’ya Hıristiyanlığı getirmelerine karşı Japonlar da buna tepki olarak Müslümanlığı öne çıkarmağa çalışmışlardır. Japon kalkınmasında rolü olan Amerikalılar da Japonların Şintoizm dinini bırakarak Müslümanlığa geçmelerini desteklemiş ve bu doğrultuda Japonya’da camiler yapılarak Japon ulusu Müslüman olmaya doğru yönlendirilmişlerdir. Osmanlı hegemonyası altında İslam güney Asya’dan kıtaya girmiş ,Endonezya, Malezya, Bangledeş ve Pakistan gibi büyük Asya ülkeleri İslam dünyası içinde yer alarak, Asya içi dengelerde Japonya’nın İslam dünyasına yönelmesine neden olmuşlardır. Doğunun parlayan güneşi Japon İmparatorluğu, batının batan güneşi Osmanlı İmparatorluğu ile işbirliğine yönelirken, Osmanlıların elinde bulunan halifeliğin ağırlığının Asya Müslümanları üzerinde kullanılması gibi bir yeni gelişmeyi de gündeme getiriyordu. Ayrıca, Kuzey Asya’da yaşayan Tatarlar da Japonya ile İslam ilişkilerini destekleyerek Asya’da yeni dengelerin oluşumuna katkı sağlamağa çalışmışlardır.
Asya’nın yanı başında bir adalar ülkesi olan Japonya kıtadan dışlanmışlık görünümünü ortadan kaldırmak doğrultusunda zamanla Panasyacılığa yönelerek, Çin, Rusya ve Hindistan gibi büyük devlerin kıtaya sahip olmalarını önlemeğe çalışırken, aynı zamanda batılı emperyalistlere karşı da Panasyacılığı savunarak, bu doğrultuda Asya’nın Müslüman halklarını ve bunların patronu konumundaki Osmanlı devletini doğal ortak olarak seçmiştir. Japonlar Müslümanlığı Asya kıtasına egemen olma doğrultusunda kendi emperyal oyunlarına destek için kullanma amacıyla Osmanlılar ile diplomatik ilişkilere girmişler ve aynı çizgiyi daha sonraki aşamada Türkiye Cumhuriyeti ile yakınlaşarak devam ettirmeye çalışmışlardır. İki dünya savaşı sonrasında, ABD merkezli yeni bir dünya düzeni ortaya çıktığı zaman, Amerikalılar Japonların önünü kesmek üzere ilk atom bombalarını bu ülke üzerine atarak Japon emperyalizminin önünü kesmek istemişlerdir. İkinci dünya savaşının gerçek suçlusunun Almanlar olmasına rağmen, Almanların batılı ve Hıristiyan olmaları, Almanya’nın Avrupa ülkesi olması nedenleriyle, Amerikalılar Asya’ya ve bu kıtanın en eski emperyal gücü olan Japonya’ya atom bombası atarak sarı ırktan gelen Asyalı bir toplumu cezalandırmak istemişler ve bu yoldan yeni dönemde kendilerine uygun dengeler kurmağa çaba göstermişlerdir. Bu aşamadan sonra kolu kanadı kırılan Japonları Müslümanlığa çekebilmek üzere yeni mezhepler ve tarikatlar oluşturmuşlar, ayrıca Japonların emperyal amaçları için kullanmak istedikleri Müslümanlığın içinde bu ülkeyi kontrol altına alarak, gelecekte Çin ve Japonya arasında bir sarı ırk birlikteliğinin gündeme gelmesini önlemek istemişlerdir. Amerikalılar kendi oluşturdukları Moon tarikatı üzerinden bütün Kore’yi Hıristiyanlaştırmışlar, şimdi de Kore üzerinden Çin’de Hıristiyanlığı yaymak doğrultusunda Moon tarikatının öncülüğünde yeni kampanyalara kalkışmışlardır. Çin gibi büyük bir ülke ile sarı ırk dayanışmasıyla bir araya gelebilecek Japonya’nın büyük tehdit oluşturacağı düşüncesi hem atom bombası atılmasını hem de Japonya’nın Müslümanlaştırılmasını gündeme getirmiştir.
Panasyacılık akımının öne çıkışının bir nedeni de Türklerin ana vatanı olan Orta Asya bölgelerinde nüfus azlığı olmuştur. Nüfusları çok hızlı artan Çin ve Hindistan gibi dev ülkelerin gelecekte aç nüfusları için yeni yaşam alanları arama çabası içine girmek istemeleri gibi bir önemli sorun batılı ülkeler gibi Japonya’yı da düşündürmüştür. ABD ve batılılar Japonya’yı Rusya’ya karşı desteklemişler, Rusların kaybına ve çöküşüne zemin hazırlamışlardır. Ama savaş sonrası aşamada yeni bir dünya düzeni oluştururken Hristiyan Rusların büyük Asya gücü olarak öne çıkmasını desteklemişlerdir. Sovyetler Birliği gibi nispeten batılı görünen bir Asya gücünün dinleri devre dışı bırakan yapılanması ile desteklenmesi batılıların işine gelmiş, Japonların girmeyi düşündüğü bütün Orta Asya bölgeleri sosyalist rejimler altında Rusya’nın kontrolü altına girmiştir. Bir anlamda Büyük Asya Birliği Rusya’nın önderliğinde Sovyetler Birliği olarak oluşturulmuştur. Japonya ikinci dünya savaşının yenik ülkesi olmasına rağmen dolaylı bir batı desteğine sahip olan böylesine bir Rusya merkezli yapılanmayı hiçbir zaman kabul etmeyerek, Türkiye ile geleceğe dönük yakın ilişkileri geliştirmeye çaba göstermiştir. Orta Asya kökenli bir ırk olan Japonlar, bugün yaşadıkları ada ülkesi olan Japonya’ya Milattan önceki yüzyıllarda bugünkü Moğolistan bölgesinden gitmişlerdir. Japon dili ve kültürü incelendiği zaman Japon toplumunun Türk-Moğol kökenli topluluklardan birisi olduğu açıkça görülmektedir. Bu durumu iyi bilen Japonlar Orta Asya bölgesine yönelik yeni hareketlerinde hem Türkleri hem de diğer bütün Ural-Altay kökenli toplulukları yoldaş olarak görmektedirler. Adalarda giderek sıkışan Japonlar, Asya’nın üç büyük devi ile kıtasal hegemonya için yarışırken, Orta Asya’yı ve de özellikle Moğolistan’ı hedef ülke konumuna getirmekte ve bu bölgelere yönelik hegemonya planlarında hem Türklerle hem de Müslümanlar ile iş birliği yapmağa çalışmaktadırlar. Adalara geldikleri anayurtları olan Moğolistan’a dönerek kıtanın ortalarında daha geniş bölgelere yerleşmek isteyen Japonlar iki yüz milyona yaklaşan nüfusları ile başta Moğolistan olmak üzere Orta Asya bölgesinin diğer boş alanlarını doldurmağa hazır görünmektedirler. Orta Asya bölgelerine sızarak Asya’nın merkezine yerleşme planlarını sürekli olarak yürüten Japonlar, bu konuda Osmanlı devletinin yerine alan Türkiye Cumhuriyeti’ni doğal partner olarak seçmiş gibi görünmektedirler. Adalardaki rahatsızlıkları onları tersine bir göçe zorlamakta ve Moğolistan’dan gelen bir Moğol boyu olan Japonlar kendi geleceklerini Orta Asya’da kurmağa çalışırlarken, Rusya, Çin ve Hindistan’ın tepkilerini önleyebilmek üzere Türkiye Cumhuriyeti, diğer Türk devletleri ve İslam dünyası ile güçlü bir dayanışma içine girmeğe çalışmaktadırlar.
Dünyanın ana karası olan Asya’nın Orta Doğu üzerinden ele geçirilme aşamasında, batılı ülkeler Panslavizm, Panislamizm, Panturanizm, Pantürkizm gibi akımları devreye sokarken Japonlar’da bir Asya ülkesi olarak Panasyacılık akımını gündeme getirmişlerdir. Japonların öncülüğünde Büyük Asya Birliği kurulması anlamına gelen, Panasyacılık yirmi birinci yüzyılın başlarında önemli ölçüde anlam değiştirmiştir. Japonların ortaya attığı Büyük Asya Birliğinin kurulması gibi bir zorunluluk, günümüzdeki ABD ve Nato saldırganlığının bütün Asya kıtasını ele geçirmek üzere geliştirdiği kuşatma harekâtı karşısında Rusya, Çin, Hindistan, İran, Pakistan, Endonezya ve tüm diğer Asya ülkelerinin bir araya gelerek bir Asya Birliğine doğru adım atmalarını gerektirmektedir. Eğer Asya ülkeleri böylesine büyük birlik içinde bir araya gelemezlerse, Orta Doğu’yu işgal etmiş olan Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakının merkezi alanda doğuya doğru açılacağı ve batı Asya bölgesinde yer alan Kafkasya ile Hazar bölgesini işgal ederek ve İran’ı parçalayarak, Orta Asya’ya doğru yöneleceği, Orta Asya’da yerleştikten sonra Sibirya’yı ele geçireceği, Orta Asya üzerinden Rusya, Çin ve Hindistan’a yönelik askeri harekatlar düzenleyerek Asya’nın bütün büyük devletlerini küçük parçalara bölerek direnme güçlerini kıracakları gibi bir gelişme çizgisi ortaya çıkmaktadır. Bush döneminde Orta Doğu’yu batıran Atlantik emperyalizminin, yeni dönemde Orta Asya’yı da ele geçirerek Asya kuşatmasını tamamlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır. İşte bu aşamada, Büyük Asya Birliği Japonya ya da Çin’in öncülüğüne bırakılamayacak derecede yaşamsal önem kazanmaktadır. Amerikan Birlikleri ada ülkeleri üzerinde Asya’ya yönelik askeri harekatlara hazırlanırken, bütün Asya ülkelerinin bir araya gelerek Panasyacılık doğrultusunda bir Büyük Asya birliği oluşumunu ilan etmeleri gibi bir zorunluluk ortaya çıkmaktadır. Şangay Örgütü, Bağımsız Devletler Topluluğu, Hazar Kardeşliği Birliği ve Kollektif Savunma Örgütü gibi, Asya ülkelerini bir araya getiren bölgesel oluşumların şimdiye kadar emperyal saldırıların durdurulması açısından fazla yarar sağlamadığı görüldüğü için, bütün bu bölgesel oluşumların topluca bir araya gelerek Avrupa kıtasındaki, kıtasal oluşumun bir benzeri doğrultusunda büyük Asya Birliğini ilan etmeleri dünya dengeleri nedeniyle gerekmektedir. Ancak bu yoldan, Afganistan savaşı gibi emperyal savaşlar ve kuşatmalar önlenebilecek ve Orta Doğu’daki sıcak savaşların Orta Asya üzerinden bütün Asya kıtasına yayılmaları önlenebilecektir. Arap baharı senaryosu ile karıştırılan Orta Doğu ülkelerinden sonra sıcak çatışmaların bir Suriye ya da İran savaşıyla Asya kıtasına taşınması riski, tüm kıtayı savaşa sürükleyerek üçüncü cihan savaşının önünü açabileceği için, acilen bütün Asya ülkelerinin bir araya gelerek Panasyacılık çizgisinde bir büyük birlikteliği dünya barışı için ilan etmeleri gerekmektedir. Avrupa Birliği oluşumu bir Asya Birliği oluşturulması açısından örnek alınmalı ve dünya barışı için kıtasal birlik kurularak, emperyal kuşatmaların bir üçüncü dünya savaşına dönüşümü önlenmelidir. Türkiye Cumhuriyeti, bu aşamada üzerinde kurulu bulunduğu yarımadanın Asya Minör adıyla anıldığını hatırlayarak, komşusu olan Asya ülkeleriyle bir dayanışma düzeni içerisine girmeli ve kesinlikle emperyal savaşlara alet olmamalıdır. Kurucusu Atatürk’ün dünyaya ilan ettiği üzere, yurtta ve cihanda barış ilkesi üzerine kurulan Türk devleti hem kendisi, hem de bölgesi için güvenlik ve barış üretmek zorundadır. İki binli yıllarda yeni bir dünya düzeni kurulurken Asya kıtasının birlikteliğinin sağlanması bir üçüncü dünya savaşının önlenebilmesi açısından kaçınılmazdır. Türkiye ilan ettiği “Yeniden Asya” süreci ile önce komşuları ve Türk devletleri ile daha sonra da Asya kıtasının diğer bölgelerinde yer alan devletlerle yakın ilişkiler kurarak, dünya barışının yeniden tesisinde öncü bir görev üstlenmelidir. Panasyacılık politikaların da Türkiye Japonya ile daha yakın ilişkiler kurarak, batılı emperyalistlerin getirdiği diğer pancılık akımlarına karşı bir kıtasal karşı çıkışı tıpkı Atatürk’ün başardığı gibi yakın komşu konumundaki devletler ile bir araya gelerek örgütlemelidir. Asya’nın doğusundaki Japonya ile batısındaki Türkiye’nin oluşturacağı Panasyacı hareket, dünyanın ortasında barışı sağlayarak batılı emperyalistlerin savaş senaryolarını bozacaktır. Böylece insanoğlunun geleceğe daha umut içinde bakabilmesini sağlayacak evrensel barış düzeni daha güçlü bir biçimde gündeme gelerek insanlığı yeni bir kıyamet senaryosundan kurtaracaktır.