Cengiz Dağcı’nın eserleri ile tanıştığım lise yıllarında (1970’ler) okuduğum ikinci muhteşem romanı, “Yurdunu Kaybeden Adam”dı (1).
Yurdunu, vatanını kaybetmek, dertlerin, kederlerin en büyüğüdür. Hayatında aileleri veya kendileri “muhacir” olmuş insanlar vatan kaybını iyi bilirler. Hürriyetin kıymetini, esaret altında başka devletler için çalışan, asker olan, çarpışanlar anlar.
Türkiye, Kırım Türklerinin gözünde daima “Ak Topraklar” olmuştur. Fakat, aziz vatanımızı bekleyen tehlikeleri görebilmek için Cengiz Dağcı’nın diğer eserlerini de okumamız ve düşünmemiz gerekiyor. Türkiye üzerindeki kara bulutları anlamaz isek vakit çok geç olacaktır. Emperyalist ülkeler Araplara yaşattıkları “Arap Baharı”nın aynısını Türkiye için de “Türkiye Baharı!” olarak düşünmektedirler.
Kafkasya’da; Rus, ABD rekabetini ve bu vatan topraklarında oynadıkları kanlı oyunları görmemek için kör olmak gerekir. Batı ve Doğu Türkistan’da ise bu rekabete Çin de katılmaktadır. Irak’ta büyük çoğunluğu sivil; kadın, kız, kızan, bebe, dede, Türk ve Arap olan bir milyonun çok üzerinde masum insanlar, ABD, İngiliz (örtülü şekilde İsrail) ve müttefik askerlerince şehit edilmişlerdir, iffetlerine el uzatılmıştır.
Bu olaylar yıllarca gerçek mahiyeti ile Türkiye kamuoyuna yansıtılmamıştır ve hâlen de bilinçli (!) bir şekilde yansıtılmamaktadır. Şimdi, günümüz Türk Dünyasını Cengiz Dağcı’nın yaşadıkları ışığında anlayabilmek için “Yurdunu Kaybeden Adam” eserinin kısa bir özetini İsa Kocakaplan’ın kaleminden okuyalım:
“Bu roman Korkunç Yıllar romanının devamı mahiyetindedir. Sadık Turan hayatının dönüm noktasındadır. Artık Türkistan ordusunun bir neferidir. Alman onbaşılarının nezaretinde talim yaparlar. Dört ay süren bu devreden sonra, Sadık subay olur. Türkistan’ı hürriyete kavuşturmaya hazırdırlar. Türkistan askerleri bir yandan yetiştirilirken, bir taraftan da esir kamplarındaki Türkistanlılar bu orduya sevk edilirler. İlk geldiklerinde ürkek ve çelimsiz olan bu kişiler, Türkistan ruhu sayesinde iki haftada ayağa kalkarlar. Yazar bu eserde, Sadık’ı izinli olarak bir müddet için Kırım’a gönderir ve okuyucuyu savaş esnasında Kırım’ın durumundan haberdar eder. Almanlar Kırım’ı ele geçirmişlerdir. Kırım’da Tatar Millî Komitesi kurulmuş, Türk gençleri Kırım’ı Ruslardan temizlemek için, Almanlarla beraber savaşmaktadırlar. Sadık’ın kardeşi Bekir ise, Rus çetecilerinin safında Almanlara karşı mücadele etmektedir. İki kardeş aynı gaye uğruna farklı saflardadırlar. Bekir, ağabeyinin intikamını almak için dağlara çıkmıştır. Sadık Almanların elinde esir iken, ailesine ölüm haberi gitmiştir. Almanların Kırım’a hâkim olduklarında, yaptıkları zulümleri gören Bekir, dayanamamış, dağlara çıkıp, Almanlara karşı mücadeleye başlamıştır. Almanlara karşı memnuniyetsizlik bütün Kırım Türklerinde vardır. Ama kurtuluşları için yegâne ümidin de onlarla beraberlikte olduğunu bilmektedirler. Dolayısıyla da Almanların her hareketine katlanmak, her kötülüğü sineye çekmek zorundadırlar. (2)
Aslında Türkler için tek gaye, vatanlarına kavuşup, orayı müstakil hâle getirmektir. Bunun Almanlarla veya başka milletlerle olması önemli değildir. Vatanları Rus işgalinde olduğu için Almanlarla birliktedirler. Nitekim Astraganlı Muhan, Türkistan ordusunun geri, Polonya’ya döndüğünü öğrenince, iki Alman askerini öldürür ve sırtına Rus üniforması giyerek vatanına ulaşmaya çalışır. Vatan her şeyden üstündür. Ona kavuşmak için hayat bile feda edilebilir. Muhan bir müddet sonra, Almanlar tarafından yakalanır ve kendi arkadaşlarına kurşuna dizdirilir. (2)
Sadık bölük komutanıdır. Onun bölüğüne esir sevk etme vazifeleri de verilir. Teslim edilen esirleri hiç telefat vermeden yerine ulaştırırlar.
Bu Almanların işine gelmez, onlara göre, esirlerin ancak yansı istenilen yere varmalıdır. Burada, Almanlarla Türkler arasındaki karakter farkı ortaya çıkar. Türkler hiçbir zaman zâlim olmamışlardır. Himayeleri altındakilere azamî derecede iyi muamele etmişlerdir. Tabii Türkistan bölüğünce esirlere bu şekilde davranılmasında, kendilerinin de aynı çileyi çekmiş olmalarının rolü büyüktür. Savaşın ağır şartları, ona maruz kalanları birbirine yakınlaştırır. Bu durum esir milletler için de böyledir. (2)
Mühim olan esaret altında bulunmuş olmaktır. Esir olunulan devletin değişik olması, esirliğin tesirini azaltmaz. İşte Alman üniforması taşıyan Türkistan bölükleri ile, Polonya çetecileri arasındaki dostluk bu düşüncenin mahsulüdür. Herhangi bir demiryolunu koruyan Alman birliklerine kan kusturan çeteciler, aynı vazifeyi yapan Türkistan bölüklerinin, kendi vatanlarının istiklâli için savaştıklarını bildiklerinden, onlara saldırmazlar. (2)
Bu fikir, yazar tarafından da ısrarla vurgulanmıştır. Yurdunu Kaybeden Adam’da romanın aslî kahramanı Sadık Turan, bir Polonya çetecisi olan Marya ile hissi ilişki kurar. Birbirlerini severler, ölümleri pahasına birbirlerine yardım ederler ve ölünceye kadar ayrılmazlar. (2)
Almanlar artık geri çekilmekte, Rus’lar ise, ilerlemelerini sürdürmektedirler. Sadık’ın kumanda ettiği Türkistan bölüğü, Balkanlara çekilip, Türkiye’ye iltica etmeyi düşünmektedir. Fakat bir Rus saldırısı esnasında, Sadık yaralanır ve bölüğünden ayrı düşer, Polonyalı çeteci kadın Marya ile, bir başka çeteci Bartoş, ona iyileşinceye kadar bakarlar ve nihayet hür bir memlekete kaçmaya karar verirler. Yola çıkarlar. İsviçre’ye giden trende, Sadık ile Marya beraberdirler. Amerikan uçaklarının treni kurşun yağmuruna tutmaları sırasında trenden atlayan Marya yaralanır. Inn nehri kıyısında bir kulübede de ölür. Sadık Turan yalnız kalmıştır, memleketini, sevdiğini, hayâllerini velhâsıl her şeyini kaybetmiştir. Yazar bu şahsın trajedisini, okuyucuya en tesirli şekilde aktarır. Sadık nihayet kuzey İtalya’ya geçmeyi başarır. Hürriyete kavuşmuştur ama, yurdunu, sevdiklerini kaybetmiştir. Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile manası kalmamıştır. (2)
Sadık, Türkiye’ye iltica edebilmek için, Türk konsolosluğuna müracaat eder, ama menfi cevap alır. Onlara, o kadar ümit bağladıkları Türkiye’nin bile faydası olmamıştır. Tek çare uzaklara kaçmak, bir yere yerleşerek kaybedilen vatanın ıstırabını bir nebze olsun hafifletmektir. Ve Sadık, Kızılhaç mülteci bürosu vasıtasıyla Uruguay’a göç eder.(2)
***
“Korkunç Yıllar”ın başındaki giriş kısmından, Sadık’ın daha sonraları Arjantin’de öldüğünü öğreniriz.
Bu eserde Ruslara pek rastlanmaz. Romanı, başta Türkler olmak üzere, Almanlar ve Polonyalılar ile, çeşitli milletlere mensup bazı münferit şahıslar meydana getirirler.
Türkler umumiyetle, sağlam yapılı, sabırlı ve çilekeş insanlardır. Aralarında kuvvetli bir bağ vardır. Memleketlerine kavuşmak, yine en hararetli arzularını teşkil eder. Her türlü işkenceye sabırla katlanırlar. Polonyalılarla ortak bir kaderleri vardır. Her iki millet de esaretten kurtulmaya çalışmaktadırlar. Yalnız, birini esir eden müstevli millet, diğerinin kurtulmak için sarılacağı daldır. Bu tezada rağmen birbirlerini sevmeyi başarırlar. Karşılıklı olarak ideallerine hürmet ederler. Türk askerleri Polonya köylülerine iyi muamele gösterirler, Polonya çetecileri de Türkistan bölüklerine saldırmazlar. Hatta bir ara, Sadık’ın idaresindeki bölük, Polonya çetecilerine katılmayı bile düşünür. (2)
Almanlar hayâl kırıklığına uğramışlardır. Cephede Rusların önünden kaçan Alman askerlerinin yüz ifadeleri, cepheye ilk gidişlerinden tamamen farklıdır. Üstün ırk, Rus kışının hışmına uğramış, perişan bir vaziyette, geldiği yere dönmektedir. Savaşın başlarındaki mehabet, mezellette dönüşmüştür. (2)
Yurdunu Kaybeden Adam‘daki tarihî zaman, “Korkunç Yıllar”daki zamanı bütünler. Bu iki romanda ikinci dünya harbi, roman kahramanının o yıllardaki hayatı esas alınarak ikiye bölünmüştür. Birinci bölüm, “Korkunç Yıllar”da ele alınan ve Sadık Turan’ın hemen hemen, çocukluğunu, Rus ordusunda savaşmasını ve esirliğini içine alan kısımdır ki, 1942 yılına kadar sürer. İkinci bölüm ise, kahramanımızın esirlikten kurtuluşundan başlar ve Türkistan ordusundaki yıllan ile, Uruguay’a gidinceye kadar Roma’daki yaşayışını hikâye eder. Bu zamanın tarihleri kat’i olarak bellidir. 1942 yılının mayıs ayında başlayan roman, 1946 yılının Kasım ayında biter. (2)
“Korkunç Yıllar” ve “Yurdunu Kaybeden Adam”da rastlanılan fikir; toprak sevgisi ve vatan mefhûmudur. Bu topraklarda yaşayan Türkler, vatanları ile birlikte, Türklüklerini de kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Komünizm ideolojisi paravana olarak kullanılıp, Rus milliyetçiliği davası güdülmekte ve Türk kültürü yok edilmek istenmektedir. Yeni rejim, Ruslar için, Türk kültürünün imhası demektir. Fakat Türkler bunun farkına varmışlardır. Aralarından bazı hainler çıkmasına rağmen, millî benliklerini kıskançlıkla korumaktadırlar. “Millî Aile Mektepleri” diyebileceğimiz aile çevresinde, yaşlılar yeni yetişen neslin mazi ile irtibatlarını temin etmektedirler. Bu sayede, Rus mekteplerinin verdiği zarar, bir ölçüde de olsa telâfi edilmiş olur. (2)
Eserlerde ilgi çekici bir özellik de mekân ve zamanın zulümle birleşmesidir. Esirlerin uzun yolları yürümeleri, kışın soğuğu, mekân ve zamanı adetâ, Rusların veya Almanların Türkler üzerinde uyguladıkları zulmün, tesirli bir vâsıtası hâline getirir.
Türkler kendilerini insafsız bir mekân, öldürücü bir soğuk ve gaddar insanlar arasında bulurlar. Her şeyin kendilerine düşman olduğu bu atmosferde, Türklerin hâlâ yurtları için mücadele gücünü bulmaları, onlardaki sonsuz yaşama azminin ve arzusunun ifadesidir.” (2)
Türk Milletinin kaderi, son asırlarda “vatan topraklarını” kaybetmekle geçti. Bu acı kader, halende devam ediyor. Doğu Türkistan’dan, Karabağ, Musul-Kerkük, Bosna, Kosova ve nice Türk Yurdu coğrafyasına kadar. Türkün kaderi bu mu olmalıydı? Sadık’la Bekir gibi farklı orduların üniformaları içinde birbirine savaştırılmalı mıydı? Bindokuzyüzseksen’de başlayıp yıllarca süren savaşta; Türk insanı, İran ve Irak ordularında kardeşlerine silah yöneltti, yönelttirildi. Bu yetmedi, Kırgız Türkü Özbek Türküne, Özbek Türkü Ahıska Türküne ve daha nicesi biri birine düşürüldü. Kulaklarımıza kurşun mu döküldü, nedir? İşitmez Türk olan biri diğerini, anlamaz dilini, derdini ve de gönlünü.
Merhum İsmail Bey Gaspıralı dememiş miydi; “dilde, fikirde işte birlik” şiarımız olsun. Dilimiz bir anlayalım dertlerimizi. Kırım, Türkistan, Musul; Telafer, Fellüce, Kerkük, Kafkasya; Çeçenya, Abhazya, Osetya, Karabağ, Bosna, Kosova; kısaca Türk Yurtları yanıyorsa “Türkiye” yanıyor, Akdeniz, Hazar, Sarı Deniz yanıyor demektir, yanacak demektir, yakılacak demektir. Bir vücut gibi ise Türkler, bir vücut gibi ise müminler, bir vücut gibi insanlar; acımız, kederimizin, ağıdımız, acımız, feryadımız bir olmalıydı. Bir olmuyorsa duygularımız, gönlümüz, düşüncelerimiz, kesretten vahdete kanatlanamıyorsa kader ve kaza kuşları; bizim bileklerimizde değil, beyinlerimizde, gönüllerimizde zincirler vardır, bukağılar vardır, katmer katmer. Onları kırmak için, birlik gerek irade gerek duruş gerek ilim ile gönülün izdivacı gerek gereken o ki topyekun mazlum milletlerin zalimlere, zalimlerin silahlarından daha güçlü silahlarla dur demesi gerek. Bu gerekler için çalışmak, çalışmak, insanlığın ve varlığın sonunu yaklaştıran “zalimlere” dur diyebilecek kıvama, soluğa ve sedâya kavuşmak gerekir.
“18 Mayıs günü (1944) Kırım’dan çıkarılgan vakıtta yüzde 95-den fazla Tatar çocukları artık yetim ediler. Babaları 1941 senesini yazından başlap Soviyet Ordusunda ediler ya da sürgünden iki hafta evvel trudarmiya adlı emek ordusuna (toplama çalışma kamplarına) seferber etilgen ediler. Bu vaziyette babasız kalan, anneleri ölgen çocuklar, birden öksüz olup gider ediler.” (3)
Bizim çocuklarımız, Türk Atanın, Türk Ananın torunları binlerce milyonlarca, yok olduk, yok edildik. Bitmedik. Ne Cafer Seydamet Kırımer’ler, ne Müstecip Ülküsal’lar, ne Cengiz Dağcı’lar ve nice isimli isimsiz dev insanlarımız bitti. Allah Teala hayırlı uzun ömürler versin, ne de Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’lar bitecek.
1944 Sürgünü hakkında “Hayalet Atlar” eserini yazan Fizik profesörü Aydın Eşref Şemi-zade Kırım’a yeniden dönüş hareketi için, diyor ki; “Türkiye hükümeti, Türkiye’deki hem Kırımlılar, hem de Türkler bizlere ellerinden geleni kadar yardım vereler-çok teşekkürler! Yazık ki Türkiye’deki bazı Kırım’dan çıkan kişiler bizim hareketimizin zafer kazanacağına inanmıyorlar. Lakin bizler, Kırım Tatarları, kuvvetlimiz. Bir avuç olsak da o avuçnı yumrukka çevirdik. İnşallah, bizim zaferimize inanmayanlar, inanır.
Hayat devam etmektedir ve halkımızı geleceği nurlu ve bahtlıdır, inşallah!” (3)
Çelebi Cihan’ın aytkan sözü ile sözleri noktalayalım:
“Millet! Dirileri yaşatan ölülerdir…”
***
Kaynak:
1- Cengiz Dağcı.: Yurdunu Kaybeden Adam. Varlık Yayınları. 3. Baskı.İstanbul.1972.
2- İsa Kocakaplan: Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı- MEB- İstanbul,1999.s. 159-162.
3- Aydın Eşref Şemi-zade.: 1944-1945 Kırım Faciası: Çocukların Kaderi (Bahçesaray: Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma İstanbul şubesi gazetesi.) 2009.55/56. s.26-28.