Cengiz Dağcı’da Vatan – 3

A+
A-

Cengiz Dağcı’nın “Onlar da İnsandı” (Zaman: 1928-1932 ve “O Topraklar Bizimdi” (Zaman: 1938-1946) eserleri Stalin devrinde Kırım Türklerine uygulanan mezalimi bütün çıplaklığı ile anlatmaktadır.

Kruşçev’in Anıları’ndan (1) “Vladimir İlyiç Lenin’in (1870-1924) ölümüne yakın yıllarda şöyle dediğini öğreniyoruz: “Stalin (1879-1953), aşırı derecede serttir ve bu zaafı aramızda ve biz komünistler arasındaki ilişkilerde hoş görülebi­lir, fakat Genel Sekreter olarak asla hoş görü­lemez. Bu yüzden, yoldaşların Stalin’in bu gö­revinden hangi metotla alınacağını ve yine han­gi metotla yerine bir başkasının atanacağını dü­şünmelerini teklif ediyorum. Bu yeni seçilecek adam Stalin’den, her şeyden önce bir tek nite­likte farklı olmalıdır; daha kesinlikle belirteyim, çok daha hoşgörü sahibi, çok daha dürüst, çok daha nazik ve yoldaşlara karşı daha saygılı bir tutum içinde, daha az şımarık huyda, vb. bir adam olmalıdır.” (1)

Lenin’in bu belgesi partinin onüçüncü kong­resinde delegelere duyuruldu ve kongre, Sta­lin’in genel sekreterlik görevinden alınması so­rununu tartıştı. Fakat alınmak bir tarafa Josef Stalin, 3 Nisan 1922-5 Mart 1953 arasında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin liderliği anlamına gelen Genel Sekreterliğini üstlendi. Bu dönem zarfında kanlı diktatörlüğü ile çoğunluğu Türk, milyonlarca insanın kanına girdi.

Cengiz Dağcı, “Onlar da İnsandı” ve “O Topraklar Bizimdi” adlı eserlerinde, Kırım’ın köylerine döner. Ayrı ayrı iki köyü, bu romanlarında ele alarak inceler. “Onlar da İnsandı” romanında Yalta’ya bağlı Kızıltaş köyü mevzubahistir. Roman bu köyün sınırları dışına pek çıkmaz. İşlenen fikir komünizm ve onun köylüye en çok tesir eden müessesesi kolhoz ile, köylünün buna karşı aldığı savunma durumudur. Kızıltaş köyünde henüz kolhoz kurulmamıştır. Herhangi bir işi yapabilmek için, önce oraya ulaşmak lâzımdır. Rus’lar da henüz bu merhalededirler. Yollar yaparak köylere varmaya çalışmaktadırlar. Kızıltaş köyünde herkes kendi işinde gücündedir. Köylüler kendi tarlalarında çalışıp, kendi hayvanlarına bakmaktadırlar. Tabii mahsullerinden de kendileri faydalanırlar. Köylülerde toprağa inanılmaz derecede bir bağlılık vardır. Sanki toprak bedendir, köylü de onun içinde ruhtur. Toprağa şekil verir, işler, sever, düzeltir, temizler. Her türlü bakımını yapar. Toprak sevgisi, nesilden nesle geçen bir miras gibidir. Bu duygu köylü olmayanlarda pek yoktur. Hatta toprakla uğraşmayı bir eziyet sayarlar. Fakat romanda görülür ki; köylü toprağı işlemekten büyük bir zevk duymakta ve bu işi severek yapmaktadır. Toprak onlar için, hava gibi, su gibi, ekmek gibi, bunların da ötesinde evlât veya sevgili gibi bir şeydir. (2)

Kızıltaşlılar tarlalarında tütün yetiştirirler. Sabahın karanlığında büyük bir şevkle, tarlalarına koşarlar. Akşamın karanlığına kadar huzur içinde çalışırlar. Gün boyu tarlalarıyla iyice meşgul olabildilerse, mutlulukları o derece artar. Akşamları mesutça evlerine dönerler.

Eserde toprak sevgisi, bir kişinin üzerine değil, birkaç kişinin üzerine teksif edilmiştir. Bu sebeple Bekir, Enver, Seyd-Ali ve Çilingir aynı derecede fonksiyon icra ederler. Fakat dramatik hayat Bekir’inkidir. Aile ocağı yavaş yavaş, ama kendini hissettiren bir acıyla çöker. Bekir toprağına bağlı, onu seven, ama kimsenin de zorla kendi elinden toprak alamayacağına inanan, saf gönüllü bir köylüyü temsil eder. Buna karşılık Seyd-Ali, mütevekkil bir şahıstır. Fazla heyecanlı değildir. Üzerinde çaresizliğin verdiği bir suskunluk vardır. Çilingir çok heyecanlıdır, fevridir. Aniden parlar, bu yüzden de sık sık tutuklanır. (2)

Romanın sonunda, gördüğü işkencelerin tesiriyle ölür. Enver ise, diğerlerine göre şuurlu hareket eder ve dinamik bir yapıya sahiptir. Rusların köylüyü süreceklerinin farkına ilk o varır ve silahlanır. Neticede köyü boşaltmaya gelen Rus askerleriyle çarpışarak ölür.

Bekir, ineğinin doğuracağı buzağı ile, tarlasındaki tütünleri kırıp bitireceği günü beklemektedir. Ama ailesi üç kişiden ibarettir, işleri hızlı yürümez. Bu sırada köye gelen iki pejmürde kılıklı Rus’u, yanlarına çalıştırmak üzere alırlar. İşleri biraz hafifler, Bekir önce kızını gelin eder. Yapılan yol da köye yaklaşmaktadır. Yolla birlikte, köye gelip giden Rusların sayısında da artış olur, köyde hırsızlık vakaları görülmeye başlanır. Yolla birlikte köyün düzeni de bozulur. Ruslar yol yapımında çalıştırmak için köylüleri toplamaya başlarlar. Bekir’in himayesine aldığı iki Rus, neredeyse efendisi durumuna geçmişlerdir. Onlara hiçbir şey söyleyememektedir. Bekir’in doğumu yaklaşan ineğini, Yalta’dan gelen göçmen Rus’lar çalar ve hayvanı keserek, etini arabaya yükleyip Yalta’ya götürürler. Bu Bekir’e büyük bir darbe olur. Ne yaptığını bilemeyecek hâle gelir. Tarlasına doğru yollanır. Yol yapan Rus’lar, Bekir’in tarlası üzerindeki Kuşkaya’yı uçurmaya hazırlanmaktadırlar. Bekir’e tarladan çıkması için seslenirler ama, onun umurunda değildir. Her şeyi olan ineğini elinden almışlardır. Fakat tarlasını alamayacaklardır. Neticede Bekir, Kuşkaya’nın enkazı altında kalarak hayatını kaybeder. (2)

Kızıltaş’a yakın köylerde, sürgünler ve kolhoz kuruluşları başlamıştır. Kolhoza itiraz edenler sürülmekte veya öldürülmektedir. Kızıltaş’a da iki Rus’la bir Tatar genci gelir ve köyde kolhoz kurulmasının gerekliliğinden bahsederler. Başta Çilingir olmak üzere, köylüler onları kovarlar. Çilingir tutuklanır ve gördüğü işkenceler neticesinde ölür. Bir sabah, yeni yapılan yolla gelen yeşil üniformalı cehennem şeytanları, köyün her tarafını doldururlar. Köyde kim varsa boşaltıp, hepsini sürerler. Enver, Rus askerleriyle çarpışarak ölür. (2)

Ruslar boş kalan köye, Rusya içlerinden getirilen göçmen Rus’ları yerleştirirler. Yeni gelenler, hayatlarında bu kadar güzel yer görmemişlerdir. Deniz, ayaklarının altında bir halı gibi uzanmaktadır. Bahçelerde ne istenirse yetiştirilebilir. Çok mutludurlar. Yiyip içip, kendilerine bu lütfu gösteren yoldaş Stalin’e şükrederler. Bu eserde, daha kolhozun kurulması için atılan ilk adımlar anlatılır. Buna tahammül edemeyen köylülerin ne gibi felâketlere uğradıkları ele alınır. Mekân olarak, daha önce zikredildiği gibi Kızıltaş köyü ve çevre köyler göze çarpar. Zaman ise, 1932 yılında vukû bulan bu sürgün harekâtına kadar olan, bir veya iki yıllık bir süredir. (2)

Eserde Rusların Türkler hakkındaki düşünceleri de yer alır. Kırım Türkleri, çarlık Rusyasının da komünist Rusya’nın da emellerine engel olagelmiştir. Onlara karşı kuvvet kullanılmak ve Kırım Türklerden temizlenmelidir. Ruslar bu düşüncelerini ikinci dünya harbi sonunda veya   “O Topraklar Bizimdi” romanının nihâyetinde gerçekleştireceklerdir. (2)

“O Topraklar Bizimdi”, köylülerin sosyal hayatlarında zorlamalar neticesinde meydana gelen değişmelerin tesirini anlatır. “Onlar da İnsandı” romanının devamıdır denilebilir. Zaten mevzu bakımından da her iki roman birbirini bütünler. Vaka, Yalta’nın Kızıltaş köyünden, Akmescit’in Çukurca köyüne aktarılmıştır. Bu durum, eserde cereyan eden hâdiselerin, gerçeklik duygusunu daha kuvvetle uyandırmasını teinin eder. Bilindiği gibi Kızıltaş köylüleri, daha önceki romanda yediden yetmişe sürülmüşlerdi. Yalnız Çilingirin oğlu Selim, Bekir’in kızı Ayşe’nin yeni doğan oğlu Alim’i yanına alarak kaçabilme fırsatı bulmuştu. İşte ikinci romanın aslî şahsı, Çilingir’in oğlu Selim’dir. (3)

Selim, Kızıltaş’tan kaçtıktan sonra, Akmescit’le okumuş, kurslara devam etmiştir. Askerliğini yaptıktan sonra Çukurca köyüne kolhoz reisi olur. Selim’den evvel köyde kolhoz reisi Bilâl’dır. Roman Selim’in gelişinden önce, köyün hayatını tasvirle başlar. “Onlar da İnsandı” romanının, toprağına âşık ve mesut köylüleri artık kaybolmuştur. Herkese bıkkınlık hâkimdir. Ama bu toprağa karşı değil, Ruslara ve kolhoz teşkilâtına karşıdır. Yoksa, toprağı yine severler, onun için canlarını yine verirler. Zaten o kadar sıkıntıya katlanmalarının sebebi, toprağa olan sevgileri ve ondan ayrılmak istememeleridir. Sürgün olmamak için seslerini çıkaramazlar, gözyaşlarını gizli gizli içlerine akıtırlar. Çalışıp çabalayıp yetiştirdikleri mahsulleri, bütünüyle devlete teslim ederler. Sonra da iki yüz gram un için, gece yarılarına kadar kooperatif kapılarında beklerler. Berber Hasan’ın kaynatası, kolhozdan daha önce kendisinin olan tarlanın ekinini, yine kendisi biçebilmek için, Reis Bilâl’den izin istemiştir. İçindeki, toprağa sahip olabilme arzusunu böylelikle bastırabilmek amacındadır. Ama yaşlı vücudu buna tahammül edemez ve çok sevdiği toprağının kucağında hayata veda eder. Köyde ölü defnetmek de bir meseledir. Kefen bezi bile bulunmaz. Hele dinî törenler katiyetle yasaktır. Ölenlerin mevlidi gizlice okutulur. Selim köye geldiği zaman, köy bu haldedir. Selim de Rusların propagandalarına kanmıştır. Komünizm konusunda onlardan çok daha samimîdir. Bu yüzden kendi kanından, kendi canından insanlarla anlaşmazlıklara düşer. (3)

Bu romanın diğer bir özelliği de bir an için köylünün üzerindeki devlet baskısını kaldıran, ikinci dünya harbinin Kırım’daki akislerini, daha teferruatlı ele almasıdır. Selim Rus ordusunun bir subayı olarak askere gider. Samimiyetle, Rusya için komünizm için savaşmaktadır. Fakat savaş onun aklını hasına getirir. Sağ kolunu savaşta kaybeder. Geri köye dönünce, daha evvel eziyet ettiği köylüleri onu bağırlarına basarlar. Buna karşılık, harpten evvel beraber yaşadığı Rus kadını Natalya, Alman subaylarıyla düşüp kalkmıştır. İşte bu şahsî hâdise, Selim’in bütün Rusları aynı tıynette görmesine sebep olur. Daha önce müdafaa ettiği fikirlerin tam aksini benimser. (3)

Savaş sırasında, Kırım’daki halk tekrar eski yaşayışına döner. Ruslara olan kinlerinden dolayı, Almanlarla aynı saflarda çarpışırlar. Camiler dolup taşar, kolhozlar kaldırılır. Herkes kendi toprağını işlemek, kendi malına bakmak arzusundadır. Ama savaşın Ruslar tarafından kazanılması, bütün ümitlerin sonu olur. Büyük bir katliam başlar. Bu katliamdan kurtulabilenler de, yediden yetmişe topyekûn Kırım’dan sürülürler. Eserde 1938 ile 1943 yılları arasında, Kırımlıların başlarından geçenler, Çukurca köyü esas alınarak anlatılmıştır. Tabii ki, mekân da Kırım’dır. Hülâsa edilirse bu iki eserde, kolhoz öncesi ve kolhoz hayatıyla, Kırım Türklerinin üzerlerinden Rus baskısının kalktığı bir anlık sürede meydana gelen hâdiseler hikâye edilir. Eserlerin üslûp tonu son derece hissidir. Yazar anlatım esnasında şiirler ve marş sözleri ile, türkülerden de istifade eder. Mahallî şiveleriyle veya kendi dillerinde konuşturduğu şahıslar da mevcuttur. (3)

Toprak sevgisi romanların hepsinde vardır. “Yurdunu Kaybeden Adam”, “Onlar da İnsandı” ve “O Topraklar Bizimdi” romanlarında kuvvetle hissedilen iki fikirden biri sürgün, diğeri kolhoz fikridir. Köylüler topraklarından sürülmemek için her şeyi göze alabilirler. Aynı şekilde kolhozdan kurtulmak için de yapamayacakları şey yoktur. Kolhozu açıkça tenkit edemeyen köyüler, bunu mizahî yolla yaparlar. Meselâ, “Onlar da İnsandı” romanının kahramanlarından Enver, Kızıltaş’a komşu olan Dermenköy’e gittiğinde, bir eşeğin boynuna asılı tahtaya, tebeşirle yazılmış şu ibareyi okur: “Ölürüm de kolhoza girmem.” Yine Enver, ağaca asılı bir tavuğun niçin asıldığını sorunca, çocuklardan şu cevabı alır: “Kolhoz haftada on yumurta istedi. Yumurtlayamadığı için kendini astı.”

Cengiz Dağcı’nın, Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlarda İnsandı, O Topraklar Bizimdi; Kırım Türklerini esas olmak üzere, bütünüyle esir Türklerin dramını aksettirir. İnsan olan hiç kimsenin dayanamayacağı fakat Türklere uygulanan vahşet sahnelerini gözler önüne serer. (3) Bu vahşeti uygulatan zalim Stalin hakkında Kruşçev’in Anıları’nın önsözünde Edward Crankshaw şunları yazmaktadır:

“Kararları yalnız ve yalnız Stalin verir ve adamlarına uygulatırdı. Resmi toplantılar yapılmazdı. Stalin ön görüş ve serinkanlılık nitelikleri gösterdiği halde koskoca ülkesini önem vermeden yönetirdi. Gece yarılarına kadar değersiz bir filim seyreder, yalnız oturmaktan korkar, fakat yanında tuttuğu adamlara katlanılmaz bir hayat yaşatır; sarhoş ve uykusuz bir dalkavuk topluluğuna tehditler yağdırırdı. Onun bir sözü ile kalkıp gerekli mekanizmayı harekete geçirirlerdi; ya hiç adını duymadıkları birini tutuklatırlar ya bütün bir halkı sürgüne yollarlar (Kırım tatarları ve Kafkas Çeçenleri gibi), ya en yakın bir arkadaşlarını kurşuna dizdirtirler, ya Komünist Partisi tarihini yeni baştan yazdırtırlar, ya da Batı Avrupa kadar bir bölgede ekini mahvedecek yeni bir tarım usulü uygulatırlardı”. (4)

Kırım Türklerinin münevverleri de Stalin’in acımasız uygulamalarından nasibini almıştır. Mesela; “Bekir Sıtkı Çobanzade, 7 Şubat-25 Ağustos 1937 tarih­leri arasında tam 57 defa sorguya alınmıştır. Bu sorguların on birincisi üç gün aralıksız sürmüştür. Çobanzade’nin sorgusunu Şer, Ohanesov, Grigoryan, Gerasimov gibi ço­ğunluğu Ermeni asıllı olan kişiler tarafından yürütülmüştür.

Çobanzade’nin sorgusunun sonunda aşağıdaki suçları işlediği belirtilir:

  1. Tutuklandığı güne kadar devrim karşıtı örgütün üyesi olmak ve millî cumhuriyetlerin Sovyetlerden ayrılması için silahlı isyan hazırlığında bulunmak, birleşik bir Türk-Tatar devleti kurmayı planlamak.
  2. Kırım, Azerbaycan ve Özbekistan’da silahlı isyan çı­karmak için faaliyetlerde bulunmak.
  3. Türkiye ve Polonya ajanı olarak çalışmak.

Matuleviç, Zaryanov ve Jigu’dan oluşan bir üçlü kurul 12 Ekim 1937 tarihinde saat 11.20’de Çobanzade’yi mahkemeye alır, 11.40’ta çıkarırlar. 1021 sayfalık iddia­name 20 dakikada sonuçlandırılır: Çobanzade’nin kurşun­lanarak öldürülmesine karar verilir. Kararın kesin olduğu, itiraz edilemeyeceği ve hemen yerine getirilmesi gerektiği de belirtilir. 13 Ekim 1937 günü B. S. Çobanzade kurşunlanarak öldürülür.

Kırımlı diğer bir aydın Ömer İpçi, sosyalizmin halk tarafından benimsenmesi için yaptığı çok sayıda edebî çalışmaya rağmen, ne yazık ki Stalin’in gazabından kurtulamamış; sürgünlerde, kamplar­da her türlü azap, işkence ve mahrumiyeti çektikten sonra 1955’te Tomsk şehrinde ölmüştür. Umer Aci Asan ise, 1935-37 arasında Akmescit Tiyatro Yük­sek Okulu’nda hocalık yaparken, 1937’de “Burjuvazi dil bilimciliği yöntemlerini kullanmak ve Kırım Tatar dili öğretimini Pantürkizm kavramları üzerine kurmak”la suçla­narak tutuklanmıştır. Mahkemede bu suçları kabul etme­yen yazar, 14. 08. 1938 tarihinde sekiz yıllığına sürgün kampına gönderilmiştir. Asan, sürgün edilirken ailesi de cezalandırılmış ve Semerkant’a gönderilmiştir. 1946 yılında kendisi de ailesinin sürgün edildiği Semerkant’a dön­müş, ancak kısa bir süre sonra 1949 yılında vefat etmiştir. Kırımlı aydınlardan Yakup Aziz Oğlu, 1.10. 1932’den itibaren Kırım Pedagoji Enstitüsü’nün Diyalektik Materyalizm Kürsüsü’nde doçent olarak çalışmakta iken, 1934’te Kazana gitmiş ve burada, Yeni Elifbe Komitesinin sekreterliğini yapmıştır. Dil ve Edebiyat Bilim­sel Araştırma Enstitüsü’nün müdür yardımcılığı görevinde de bulunan Aziz Oğlu, “Sovyet karşıtı pantürkist milliyetçi örgütün faal üyesi olmak, 1925’ten itibaren Sovyet Hükümeti’ne karşı mücadele etmek” ile suçlanmış ve 28. 06. 1937 tarihinde tutuklanmıştır. Yüksek Mahkemenin Aske­rî Komisyonunun kararı ile ölüme mahkûm edilmiş ve 17. 4. 1938 tarihinde Akmescit’te kurşuna dizilerek öldürül­müştür. (5)

Cengiz Dağcı’nın eserlerinde roman kahramanlarından bazılarının Rus mekteplerinde okuyup iyi yerlere geldiğini görürüz. Fakat Türklerin okuyanlarını, aydınlarını, milletleri ile birlikte katledilmelerinden kimse kurtaramaz.

“Yaşlılar içlerini çekiyorlar:

-Hey gidi eski günler…

-Ya..eski günler..

-Eski günler daha iyiydi.

-Hiç değilse denizi aşar, Ak Toprak’a (Türkiye’ye) çıkardık.” (6)

Türk, devletsiz yaşayamaz. İhtiyar Kırımlılar bunun şuurunda idiler. Devlet ise, ordusuz olmaz, bunu kâh Rus, kâh Alman ordusunda çarpışan Türkistanlılar, Kırımlılar, Kafkasyalılar bilirlerdi. Türkiye Türklerinin çoğunluğu bunun bir zamanlar şuurunda idiler. Şimdi, globalleşen dünya masalı (Yeni Dünya Düzeni) ile hipnotize edilen Türkiye Türklerinin bir kısmı şuurundalar mı? Hayır. Şuurunda olsalar “Şanlı ordularına” Şanlı erlerine” “şanlı subay ve astsubaylarına” sahip çıkarlardı. Sahip mi çıkıyoruz (!) diyorsunuz yahut diyoruz? Hayır bin kere hayır! Evet denirse eğer; Yürekler “Ergenekon” olsa utancından çatlardı.

Cengiz Dağcı’nın “İhtiyar Savaşçı” isimli eserinde Kırım’dan 18 Mayıs 1944 yılında yüz binlerce insanın sürgününü görürüz. Bu romanda “İhtiyar Savaşçı”nın, eşi Melek Hanım’ın ve Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşleri ile 20. yy sonu 21. yy başında  yazılan Kırım Türklerinin destanı anlatılır. (7)

Fakülte I. sınıfta Mustafa Cemiloğlu’nun (M. Abdülcemil Kırımoğlu) açlık grevi sonucu öldüğünü işitmiştik. O günden itibaren oturduğumuz öğrenci evinin duvarından O’nun resmi ve Esir Türklere Hürriyet yazısı eksik olmamıştı. Daha sonra ölmediğini ve mücadelesini sürdürdüğünü öğrenmiş sevinmiştik.

Tarihçi Prof. Faruk Sümer vefatından kısa süre önce (1924-1995) Eskişehir Türk Ocağı’na bir konferans vesilesi ile gelmişti. Özel sohbeti sırasında, Prof. Dr. Osman Turan’dan (1914-1978) bir hatıra nakletti. Osman Turan, yurt dışında bir Türkoloji Kongresinde, kendisine Ukraynalı bir meslektaşının bir soru sorduğunu söyler. Ukraynalı tarihçi: Bir gün Sovyetler çökünce Türkiye’nin Kırım Politikası ne olacak der? Osman Turan, bu soru karşısında şaşırır. Türkiye’nin böyle bir düşüncesinin olmadığını sandığını belirtir. Muhatabı bu cevaba inanmaz; ”Tabii devletinizin sırrıdır. Söylemeyebilirsiniz” der.

Halbuki Osman Turan, doğru söylemiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra bizim Türkiye dışı Türklerine yönelik ciddi bir çalışmamız (siyasi anlamda) oldu mu? Bireysel gayretlerin dışında ‘evet’ denemez. Enver Altaylı, 12 Mart’tan  bir kaç yıl önce “MİT” için Türkiye dışı Türklerin önemini Nurettin Ersin (MİT Müsteşar yardımcısı) ve Recep Ergun ile konuştuğunda; o günkü MİT üst düzey görevlilerinden Recep Ergun (sıkıyönetim komutanı, daha sonra  milletvekili) kendisine: – ”Ne gerek var, Onlar hakkında “Almanlar”dan bilgi alıyoruz” dediğinden söz eder (8). Sovyetler çöktüğünde ise Türkiye Cumhuriyeti kurumları, dış Türkler hakkındaki çoğu bilgileri yabancı devletlerden öğrenirler.

Cengiz Dağcı’nın yıllar önce Türkiye’ye iltica talebine de o günkü algılarımız içinde yetkililer tarafından maalesef olumsuz cevap verilmişti. Bugün 2 Ekim 2011 günü Cengiz Dağcı’nın Türkiye Cumhuriyeti Devletinin girişimi ile naaşının Londra’dan alınıp doğduğu yer Kırım Kızıltaş’da toprağa verilerek, ebedi istirahatgâhına yolcu edilmesi ise takdire şayandır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, AKP, CHP, MHP temsilcisi milletvekilleri, Diyanet İşleri Başkanı ve Türkiye’nin dört bir tarafından katılımcının gittiği cenaze töreni için, Mustafa Cemiloğlu’nun şu sözü uygun düşmektedir: “Türk agalar Cengiz agamızı bize getirdiler.” Türklere de bu davranış yakışırdı.

***

Kaynaklar:

1- Kruşçev’in Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) Milliyet Yayınları. Birinci baskı.1971. II. cilt. s.288.

2- İsa Kocakaplan: Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı. MEB- İstanbul,1999. s.163-165.

3- İsa Kocakaplan: Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı. MEB- İstanbul,1999.s.166-167.

4- Kruşçev’in Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) Milliyet Yayınları. Birinci baskı.1971. Cilt 1.s. XVII.

5- Ahmet Buran: Kurşunlanan Türkoloji. Akçağ Yayınları.2. Baskı.Ankara.2010.s.505-518.

6- Cengiz Dağcı: O Topraklar Bizimdi. Varlık Yayınları. İstanbul 1972. s.200.

7- Cengiz Dağcı: İhtiyar Savaşçı. Ötüken Yayınevi. İstanbul. 2005.

8- İrfan Ülkü: Büyük Oyundaki Türk Enver Altaylı. İlgi Yayınları. 1 baskı. İstanbul 2008. s.190-191.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.

Clicky